Vazgeçtim bu dünyadan tek ölüm paklar beni,
Değmez bu yangın yeri, avuç açmaya değmez,
Değil mi ki çiğnenmiş inancın en seçkini,
Değil mi ki yoksullar mutluluktan habersiz,
Değil mi ki ayaklar altında insan onuru,
Nihilizm (hiççilik) bilgi, değer ve varlık felsefesiyle ilgili bir öğretidir. Nihilistlere göre hiç bir şeyin hakikati yoktur. Hiçbir şeyin hakiki bilgisine ulaşmak da mümkün değildir. Bu bakımdan insan eylemlerini Nihilizmbelirleyen ahlaki değerlerden bahsedilemez
Nihilistlere göre insanlar güçlüler ve zayıflar
diye ikiye ayrılır. Mevcut ahlak sistemini Tanrı'ya inanan zayıf insanlar oluşturmuştur
ve bu ahlak sistemi köle ahlakıdır. Bu ahlakın karşısında güçlü insanların oluşturduğu efendi ahlakı vardır. Üstün insan, çağının modası geçmiş değerlerini reddeden, yeni değerler oluşturabilen insandır. Hiçbir değer tanımamayı ifade eden üst bir kavram olarak nihilizmin epistemik, metafizik, sosyal ve politik gibi çeşitli türevlerinden bahsedilebilirse de değersizleştirmenin sosyal hayattaki en yıkıcı boyutu tüm ahlaki değerlere açıkça cephe alan ve onları yok edilmesi gereken insanlığın ürettiği bir hastalık olaraNihilizm (hiççilik) bilgi, değer ve varlık felsefesiyle ilgili bir öğretidir. Nihilistlere göre hiç bir şeyin hakikati yoktur. Hiçbir şeyin hakiki bilgisine ulaşmak da mümkün değildir. Bu bakımdan insan eylemlerini belirleyen ahlaki değerlerden bahsedilemez
Nihilistlere göre insanlar güçlüler ve zayıflar
Hintli bir ermiş öğrencileri ile gezinirken birbirlerine öfke içinde bağıran bir aile görmüş. Öğrencilerine dönüp "Öfkelendiğimiz kişiye söylemek istediklerimizi daha alçak bir ses tonu ile de
aktarabilecekken niye bağırırız?" diye sormuş.
Öğrencilerden ses çıkmayınca anlatmaya başlamış:
"İki insan birbirine öfkelendiği zaman, kalpleri birbirinden uzaklaşır. Bu nedenle kalplerine seslerini duyurabilmek için bağırmak zorunda kalırlar. Ne kadar çok öfkelenirlerse, arada açılan mesafeyi kapatabilmek için o kadar çok bağırmaları gerekir.
Peki, iki insan birbirini sevdiğinde ne olur? Birbirine bağırmak yerine sakince konuşurlar, çünkü kalpleri birbirine yakındır, arada mesafe ya yoktur ya da çok azdır. İşte birbirini gerçek anlamda seven iki insanın yakınlığı böyle bir şeydir. Bu nedenle tartıştığınız zaman aranıza mesafe koyacak sözcüklerden uzak durun.
Biz müslümanlar, İslam medeniyetinin temsilcileriyiz. İnsanların onur ve haysiyetini ayaklar altına alacak tutum ve davranışlar bize asla yakışmaz. Ayrıştırmak, ötekileştirmek, dışlamak, hor görüp ayıplamak hayatımızın hiçbir alanında yer bulamaz. Rabbimizin nazargahı olan bir kalbi kırmak, bir gönlü incitmek, Müslüman kimliğimizle asla bağdaşmaz. O halde birbirimizin hak ve hukukuna saygı gösterelim. Farklılıklarımızı en büyük zenginliğimiz bilelim. ...
Tanrı, iradesini hakim kılmak için yeryüzündeki iyi insanları kullanır; yeryüzündeki kötü insanlar ise iradelerini hakim kılmak için Tanrı'yı kullanırlar.
Giordano Bruno
Aldanma cahilin kuru lafına
Kültürsüz insanın külü yalandır
Hükmetse dünyanın her tarafına
Arzusu, hedefi, yolu yalandır
İnsan bir deryadır, ilimde mahir
Beyhude gamlanma divane gönül
Cümle alemlerin rızkın veren var
Yaptığın hatadan habersiz sanma
Kara karıncayı gece gören var
Hakkın toprağında mülküm var deme
Karanlık aydınlıktan, yalan doğrudan kaçar
Güneş yalnız da olsa etrafına ışık saçar
Üzülme doğruların kaderidir yalnızlık
Kargalar sürü ile kartallar yalnız uçar
Ömer Hayyam
1992 Los Angeles Olayları (genellikle "Rodney King Olayları" olarak da anılır), Amerika Birleşik Devletleri'nin yakın tarihindeki en yıkıcı sivil kargaşalardan biridir. Olayların temelinde, Los Angeles Polis Departmanı (LAPD) ile özellikle Afrikalı-Amerikalı topluluk arasındaki derin ve uzun süredir devam eden ırksal gerilim, polis şiddeti ve ekonomik eşitsizlik yatıyordu. Olayları ateşleyen doğrudan kıvılcım, 3 Mart 1991'de yaşanan bir olay ve ardından gelen hukuki süreç oldu. O gece, şartlı tahliyede olan Afrikalı-Amerikalı Rodney King, yüksek hızlı bir polis takibinin ardından dört LAPD memuru (Laurence Powell, Timothy Wind, Theodore Briseno ve Stacey Koon) tarafından durduruldu. Amatör bir kameraman olan George Holliday tarafından tesadüfen videoya çekilen olayda, memurların yerde yatan King'e defalarca copla vurduğu, tekmelediği ve şok tabancası kullandığı görüldü. Bu kaset, ulusal medyada defalarca yayınlanarak polis şiddetini somut bir şekilde gözler önüne serdi ve büyük bir kamuoyu tepkisine yol açtı.
Olayların patlama noktası, bir yıl sonra, 29 Nisan 1992'de bu memurların yargılandığı davanın sonuçlanmasıyla geldi. Dava, gerilimi azaltmak amacıyla, ağırlıklı olarak beyazların yaşadığı ve polis ailelerinin yoğunlukta olduğu bir banliyö olan Simi Valley'e taşınmıştı. Çoğunluğu beyazlardan oluşan jüri, üç memuru tüm suçlamalardan beraat ettirdi; dördüncü memur hakkındaki bir suçlamada ise karara varılamadı. Bu karar, Los Angeles'taki Afrikalı-Amerikalı topluluk başta olmak üzere, adaletin sağlanmadığını düşünen milyonlarca insan için bir şok etkisi yarattı. Kararın açıklanmasından sadece birkaç saat sonra, South Central Los Angeles'taki Florence ve Normandie kavşağı, öfkenin ilk patlama noktası oldu. Reginald Denny adında beyaz bir tır şoförü, aracından zorla indirilerek kalabalık tarafından feci şekilde dövüldü ve bu anlar helikopterden canlı yayınlandı. LAPD'nin bölgeden çekilmesi ve duruma müdahalede geç kalması, şiddetin hızla kontrolden çıkmasına ve şehrin dört bir yanına yayılmasına neden oldu.
https://youtu.be/oWaZtgw-vrA?si=LxDmVWZNevtYom16
1992 Los Angeles Olayları (genellikle "Rodney King Olayları" olarak da anılır), Amerika Birleşik Devletleri'nin yakın tarihindeki en yıkıcı sivil kargaşalardan biridir. Olayların temelinde, Los Angeles Polis Departmanı (LAPD) ile özellikle Afrikalı-Amerikalı topluluk arasındaki derin ve uzun süredir devam eden ırksal gerilim, polis şiddeti ve ekonomik eşitsizlik yatıyordu. Olayları ateşleyen doğrudan kıvılcım, 3 Mart 1991'de yaşanan bir olay ve ardından gelen hukuki süreç oldu. O gece, şartlı tahliyede olan Afrikalı-Amerikalı Rodney King, yüksek hızlı bir polis takibinin ardından dört LAPD memuru (Laurence Powell, Timothy Wind, Theodore Briseno ve Stacey Koon) tarafından durduruldu. Amatör bir kameraman olan George Holliday tarafından tesadüfen videoya çekilen olayda, memurların yerde yatan King'e defalarca copla vurduğu, tekmelediği ve şok tabancası kullandığı görüldü. Bu kaset, ulusal medyada defalarca yayınlanarak polis şiddetini somut bir şekilde gözler önüne serdi ve büyük bir kamuoyu tepkisine yol açtı.
Olayların patlama noktası, bir yıl sonra, 29 Nisan 1992'de bu memurların yargılandığı davanın sonuçlanmasıyla geldi. Dava, gerilimi azaltmak amacıyla, ağırlıklı olarak beyazların yaşadığı ve polis ailelerinin yoğunlukta olduğu bir banliyö olan Simi Valley'e taşınmıştı. Çoğunluğu beyazlardan oluşan jüri, üç memuru tüm suçlamalardan beraat ettirdi; dördüncü memur hakkındaki bir suçlamada ise karara varılamadı. Bu karar, Los Angeles'taki Afrikalı-Amerikalı topluluk başta olmak üzere, adaletin sağlanmadığını düşünen milyonlarca insan için bir şok etkisi yarattı. Kararın açıklanmasından sadece birkaç saat sonra, South Central Los Angeles'taki Florence ve Normandie kavşağı, öfkenin ilk patlama noktası oldu. Reginald Denny adında beyaz bir tır şoförü, aracından zorla indirilerek kalabalık tarafından feci şekilde dövüldü ve bu anlar helikopterden canlı yayınlandı. LAPD'nin bölgeden çekilmesi ve duruma müdahalede geç kalması, şiddetin hızla kontrolden çıkmasına ve şehrin dört bir yanına yayılmasına neden oldu.
Kargaşa altı gün sürdü ve Los Angeles'ı adeta bir savaş alanına çevirdi. Olaylar sadece Afrikalı-Amerikalı ve beyaz topluluklar arasında değil, aynı zamanda etnik gruplar arasında da ciddi çatışmalara sahne oldu. Özellikle Koreli-Amerikalı esnafların dükkanları yoğun bir şekilde yağmalandı ve ateşe verildi. Bu durumun altında, olaylardan kısa bir süre önce yaşanan Latasha Harlins davasının da etkisi vardı. (Harlins, Koreli bir dükkân sahibi tarafından öldürülmüş, ancak dükkân sahibi hapis cezası almamıştı). Polis korumasından yoksun kalan birçok Koreli esnaf, dükkânlarını korumak için silahlanmak zorunda kaldı ve "Rooftop Koreans" (Çatıdaki Koreliler) olarak bilinen ikonik görüntüler ortaya çıktı. Şiddeti durdurmak için önce Kaliforniya Ulusal Muhafızları, ardından federal ordu birlikleri ve deniz piyadeleri şehre sevk edildi.
Olayların sonucu felaketti. Altı gün süren kargaşada resmi rakamlara göre 63 kişi hayatını kaybetti, 2.300'den fazla kişi yaralandı ve 12.000'den fazla kişi tutuklandı. Maddi hasar 1 milyar doları aştı; binlerce bina (çoğunlukla işyerleri) yakılıp yıkıldı ve on binlerce kişi işsiz kaldı. Bu yıkım, şehrin sosyo-ekonomik dokusunda on yıllar sürecek yaralar açtı. Siyasi arenada, olayların yönetimindeki başarısızlığı nedeniyle büyük eleştiri toplayan LAPD Şefi Daryl Gates istifa etmek zorunda kaldı. Olaylar, polis teşkilatında reform yapılması amacıyla kurulan Christopher Komisyonu'nun tavsiyelerinin uygulanmasını hızlandırdı. Federal düzeyde ise, beraat eden polis memurları hakkında federal sivil haklar davası açıldı; 1993'teki bu ikinci davada, memurlardan ikisi (Koon ve Powell) Rodney King'in sivil haklarını ihlal etmekten suçlu bulundu ve hapis cezasına çarptırıldı. 1992 LA Olayları, ABD toplumundaki ırksal adaletsizlik, ekonomik eşitsizlik ve polis şiddeti gibi sistemik sorunların ne kadar derin olduğunu acı bir şekilde ortaya koyan tarihi bir dönüm noktası olarak hafızalara kazındı.
Bir pazarlama efsanesi olan Red Bull ile başlayalım.
Red Bull'un kuruluş hikayesi, Avusturyalı bir pazarlama yöneticisi olan Dietrich Mateschitz'in 1980'lerin başında Tayland'a yaptığı bir iş seyahatine dayanıyor. Mateschitz, jet lag (uçuş yorgunluğu) yaşadığı bu seyahatte, yerel olarak popüler olan ve kamyon şoförleri ile işçiler tarafından uyanık kalmak için tüketilen "Krating Daeng" (Kırmızı Gaur) adlı içeceği denedi ve mucizevi iyileştirici etkisinden etkilendi. Orijinal formülü Batı damak tadına uyarlayarak ve Taylandlı iş ortağı Chaleo Yoovidhya ile ortaklık kurarak 1984 yılında Red Bull GmbH'yi kurdu. Yaklaşık üç yıl süren titiz bir formül, ambalaj (gümüş-mavi, ince ve uzun kutu tasarımı) ve marka konumlandırması çalışması sonrasında, Red Bull Enerji İçeceği ilk kez 1 Nisan 1987'de Avusturya'da piyasaya sürüldü ve bu lansman, enerji içecekleri adında yepyeni bir ürün kategorisinin doğuşunu simgeledi. Piyasaya sürüldüğü ilk yıllarda, alışılmadık tadı ve yüksek fiyatı nedeniyle şirket ciddi zararlarla karşılaşmasına rağmen Mateschitz, potansiyele inanmaya devam etti ve markasının kendi pazarını sıfırdan yaratması gerektiğini fark etti. Tayland'daki düşük gelirli işçilere yönelik konumlandırmanın aksine, Red Bull'u Batı'da premium fiyatlı, lüks ve yüksek enerjili bir ürün olarak konumlandırdı ve bu durum Mateschitz'i tamamen gerilla pazarlama stratejisine yöneltti.
Red Bull'un pazarlama dehası, tam anlamıyla gerilla pazarlama taktiklerini temel aldı. Şirket, geleneksel reklamlara büyük bütçeler harcamak yerine, düşük maliyetli ancak yüksek etki yaratan yaratıcı yöntemler kullandı. Bunun en bilinen örneği, ilk yıllarda "Red Bull ekibi" adı verilen üniversite öğrencilerinin işe alınmasıydı. Öğrenciler, üzerinde devasa Red Bull kutusu maketlerinin bulunduğu özel araçlarla (Mini Cooper'lar gibi) üniversite kampüslerinde, kütüphanelerde, barlarda ve gece kulüplerinde gezinerek, doğrudan hedef kitleye ücretsiz ürün örnekleri dağıttılar. Bu, ürünü genç ve trend belirleyici kitle arasında "havalı" ve "aykırı" bir imajla tanıttı ve kulaktan kulağa yayılan devasa bir pazarlama etkisi yarattı. Bir diğer klasik gerilla taktiği ise, markanın popülerlik algısını yaratmak amacıyla özellikle İngiltere'deki yoğun gece kulüplerinin ve barların tuvaletlerine boş Red Bull kutularının bırakılmasıydı. Bu yöntem, tüketicide markanın zaten popüler olduğu izlenimini yaratarak deneme isteğini artırdı.
Bir pazarlama efsanesi olan Red Bull ile başlayalım.
Red Bull'un kuruluş hikayesi, Avusturyalı bir pazarlama yöneticisi olan Dietrich Mateschitz'in 1980'lerin başında Tayland'a yaptığı bir iş seyahatine dayanıyor. Mateschitz, jet lag (uçuş yorgunluğu) yaşadığı bu seyahatte, yerel olarak popüler olan ve kamyon şoförleri ile işçiler tarafından uyanık kalmak için tüketilen "Krating Daeng" (Kırmızı Gaur) adlı içeceği denedi ve mucizevi iyileştirici etkisinden etkilendi. Orijinal formülü Batı damak tadına uyarlayarak ve Taylandlı iş ortağı Chaleo Yoovidhya ile ortaklık kurarak 1984 yılında Red Bull GmbH'yi kurdu. Yaklaşık üç yıl süren titiz bir formül, ambalaj (gümüş-mavi, ince ve uzun kutu tasarımı) ve marka konumlandırması çalışması sonrasında, Red Bull Enerji İçeceği ilk kez 1 Nisan 1987'de Avusturya'da piyasaya sürüldü ve bu lansman, enerji içecekleri adında yepyeni bir ürün kategorisinin doğuşunu simgeledi. Piyasaya sürüldüğü ilk yıllarda, alışılmadık tadı ve yüksek fiyatı nedeniyle şirket ciddi zararlarla karşılaşmasına rağmen Mateschitz, potansiyele inanmaya devam etti ve markasının kendi pazarını sıfırdan yaratması gerektiğini fark etti. Tayland'daki düşük gelirli işçilere yönelik konumlandırmanın aksine, Red Bull'u Batı'da premium fiyatlı, lüks ve yüksek enerjili bir ürün olarak konumlandırdı ve bu durum Mateschitz'i tamamen gerilla pazarlama stratejisine yöneltti.
Red Bull'un pazarlama dehası, tam anlamıyla gerilla pazarlama taktiklerini temel aldı. Şirket, geleneksel reklamlara büyük bütçeler harcamak yerine, düşük maliyetli ancak yüksek etki yaratan yaratıcı yöntemler kullandı. Bunun en bilinen örneği, ilk yıllarda "Red Bull ekibi" adı verilen üniversite öğrencilerinin işe alınmasıydı. Öğrenciler, üzerinde devasa Red Bull kutusu maketlerinin bulunduğu özel araçlarla (Mini Cooper'lar gibi) üniversite kampüslerinde, kütüphanelerde, barlarda ve gece kulüplerinde gezinerek, doğrudan hedef kitleye ücretsiz ürün örnekleri dağıttılar. Bu, ürünü genç ve trend belirleyici kitle arasında "havalı" ve "aykırı" bir imajla tanıttı ve kulaktan kulağa yayılan devasa bir pazarlama etkisi yarattı. Bir diğer klasik gerilla taktiği ise, markanın popülerlik algısını yaratmak amacıyla özellikle İngiltere'deki yoğun gece kulüplerinin ve barların tuvaletlerine boş Red Bull kutularının bırakılmasıydı. Bu yöntem, tüketicide markanın zaten popüler olduğu izlenimini yaratarak deneme isteğini artırdı.
Bu gerilla ruhu, markanın ana stratejisine de yansıdı. Ancak Red Bull'un pazarlama stratejisi, sadece gerilla taktikleriyle sınırlı kalmadı; markayı en üst düzeyde performans, hız ve mükemmellik ile ilişkilendiren büyük bir kurumsal stratejiye dönüştü. Bu stratejinin en önemli ve en görünür ayağı ise Formula 1'e girişi oldu. Red Bull, 2005 yılında Jaguar Racing takımını satın alarak Red Bull Racing'i kurdu ve motor sporlarının zirvesine iddialı bir giriş yaptı. Bu, markanın ekstrem sporlara olan yaklaşımını küresel bir spor sahnesine taşıdı. Formula 1, markanın "Red Bull Kanatlandırır" sloganını, hızın, teknolojinin ve sınırları zorlamanın en üst düzeyde yaşandığı bir platformda sürekli olarak göstermesini sağladı. Yarışların küresel yayınlanma potansiyeli, Red Bull'un logosunu ve ismini her hafta milyonlarca, hatta milyarlarca insanın gözünün önüne getirdi. üründen çok bir yaşam tarzı, enerji ve limitleri zorlama hissi satmaya odaklanıldı. Marka, enerjisini ve bütçesini, Red Bull Air Race (Hava Yarışları), Red Bull Cliff Diving World Series (Uçurum Dalışı Dünya Serisi) ve Felix Baumgartner'ın uzaydan atlayışı olan Red Bull Stratos gibi kendi yarattığı veya sponsor olduğu sıra dışı ve yüksek riskli etkinliklere harcadı.
Bu etkinlikler, markayı doğrudan adrenalin ve yüksek performans ile özdeşleştirdi ve devasa medya kapsamı yaratarak geleneksel reklamların kat kat üzerinde bir etki sağladı. Bu sayede Red Bull, sadece bir içecek değil, aynı zamanda cesaret, macera ve imkansızı başarma kültürünün küresel bir sembolü haline geldi ve enerji içeceği pazarında %40'ın üzerinde pazar payıyla rakipsiz bir imparatorluk kurdu. Marka, gerilla pazarlamayı, düşük bütçeli bir taktik olmaktan çıkarıp, küresel bir marka kimliği yaratmanın temel taşı haline getirdi.
Tablo, 1816 yılında Senegal açıklarında karaya oturan Fransız fırkateyni Méduse'nin kazazedelerinin yaşadığı dramı anlatır. Kaptan ve subayların cankurtaran sandallarıyla kaçmasının ardından, 150 kişi derme çatma bir sala mahkûm edilmiş ve 13 gün boyunca açlık, susuzluk ve yamyamlıkla mücadele etmiştir. Géricault, kurtarılmadan hemen önceki anı, umutsuzluk içindeki figürleri ve en tepede kurtuluş gemisine i�...
Ressam: Théodore Géricault Tarihi: 1818–1819
Tablo, 1816 yılında Senegal açıklarında karaya oturan Fransız fırkateyni Méduse'nin kazazedelerinin yaşadığı dramı anlatır. Kaptan ve subayların cankurtaran sandallarıyla kaçmasının ardından, 150 kişi derme çatma bir sala mahkûm edilmiş ve 13 gün boyunca açlık, susuzluk ve yamyamlıkla mücadele etmiştir. Géricault, kurtarılmadan hemen önceki anı, umutsuzluk içindeki figürleri ve en tepede kurtuluş gemisine işaret eden bir Afrikalı adamı resmederek, olayın dehşetini ve insani trajediyi gözler önüne sermiştir. Romantizm akımının başyapıtlarından olan bu eser, aynı zamanda Fransız monarşisinin yolsuzluğunu ve beceriksizliğini eleştiren politik bir bildiri niteliği taşır. Bugün Paris'teki Louvre Müzesi'nde sergilenmektedir.
Günümüzde gelişmiş ekipmanlarla bile zorlu bir tırmanış olan 3916 metrelik Erciyes Dağı’nın zirvesine çıkan ilk Türk kadının hikayesi, azmin ve Cumhuriyet ruhunun en güzel örneklerinden biridir. Bu öncü isim: İlmiye Bergman.
Hikâye, dağcılığın Türkiye’de henüz emekleme aşamasında olduğu, kadınların spor alanında bu denli zorlu mücadelelere girmesinin pek de alışılmadık olmadığı bir dönemde, 26 Temmuz 1936’da Kayseri’de başlıyor. Henüz 22 yaşında olan İlmiye Hanım, o günkü imkânlarla, birçoğu askerlerden oluşan bir grupla tırmanışa katıldı. Öyle ki, grupta Türkiye Cumhuriyeti’nin 5. Cumhurbaşkanı olacak olan dönemin Üsteğmeni Cevdet Sunay da bulunuyordu.
İlmiye Bergman, tüm zorluklara rağmen o heybetli volkanik dağın zirvesine ulaşarak sadece kişisel bir zafer kazanmadı; aynı zamanda kendisine "İlk Türk Kadın Dağcı" unvanını kazandırdı. Onun bu eylemi, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kadına verdiği özgürlük ve bireysel başarı potansiyelinin somut bir göstergesiydi.
Günümüzde gelişmiş ekipmanlarla bile zorlu bir tırmanış olan 3916 metrelik Erciyes Dağı’nın zirvesine çıkan ilk Türk kadının hikayesi, azmin ve Cumhuriyet ruhunun en güzel örneklerinden biridir. Bu öncü isim: İlmiye Bergman.
Hikâye, dağcılığın Türkiye’de henüz emekleme aşamasında olduğu, kadınların spor alanında bu denli zorlu mücadelelere girmesinin pek de alışılmadık olmadığı bir dönemde, 26 Temmuz 1936’da Kayseri’de başlıyor. Henüz 22 yaşında olan İlmiye Hanım, o günkü imkânlarla, birçoğu askerlerden oluşan bir grupla tırmanışa katıldı. Öyle ki, grupta Türkiye Cumhuriyeti’nin 5. Cumhurbaşkanı olacak olan dönemin Üsteğmeni Cevdet Sunay da bulunuyordu.
İlmiye Bergman, tüm zorluklara rağmen o heybetli volkanik dağın zirvesine ulaşarak sadece kişisel bir zafer kazanmadı; aynı zamanda kendisine "İlk Türk Kadın Dağcı" unvanını kazandırdı. Onun bu eylemi, modern Türkiye Cumhuriyeti’nin kadına verdiği özgürlük ve bireysel başarı potansiyelinin somut bir göstergesiydi.
Yıllar sonra bile bu tırmanışın zorluğunu dile getiren Bergman, 2010 yılında plaketle ödüllendirildiğinde şunları söylemişti: "1936 yılında çok zor şartlarda Erciyes'e tırmanmıştım. Şimdi imkanlar daha uygun. Bu sporu herkesin yapmasını isterim."
Kökleri Selçuklu Hanedanına dayanan bu asil kadın, geleneksel sınırları aşarak zorlu bir spor dalında tarih yazdı. 101 yıllık ömrü boyunca bu öncü ruhu taşıyan İlmiye Bergman’ın hikayesi, kadınların azmiyle nelerin başarılabileceğini gösteren ilham verici bir miras olarak yaşamaya devam ediyor.
İkinci Dünya Savaşı'nın en tuhaf kahramanlarından biri, Polonya İkinci Kolordusu'nun resmi personeli olan bir Suriye boz ayısıydı: Er Wojtek. Bu devasa, bira seven savaşçı, sadece bir maskot olmaktan çok uzaktı; tarihin en zorlu cephelerinden birinde askerlere gerçek bir er gibi yardım etti.
Wojtek'in askerlik macerası, 1942 yılında İran'da, annesi ölmüş küçük bir yavruyken başladı. Polonyalı askerler tarafından bulunan ayı, kısa sürede birliğin neşe kaynağı oldu. Adını Lehçede "mutlu savaşçı" anlamına gelen Wojtek koydular ve onu biberonla beslediler. Büyüdükçe favori yiyecekleri bal, meyve ve askerlerin paylaştığı bira oldu; hatta askerlerle güreşmek ve sigara içiyormuş gibi yapmak en büyük eğlencesiydi.
Ayının resmi bir asker olmasının nedeni ise tamamen bürokrasiydi. 1944'te birlik, İtalya'daki kritik Monte Cassino Muharebesi'ne katılmak üzere gemiyle sevk edilecekti. Liman kuralları hayvanların gemiye binmesini yasaklayınca, Polonyalılar pratik bir çözüm buldu: Wojtek'e bir kimlik numarası ve er rütbesi vererek onu resmen askeri personel yaptılar.
İkinci Dünya Savaşı'nın en tuhaf kahramanlarından biri, Polonya İkinci Kolordusu'nun resmi personeli olan bir Suriye boz ayısıydı: Er Wojtek. Bu devasa, bira seven savaşçı, sadece bir maskot olmaktan çok uzaktı; tarihin en zorlu cephelerinden birinde askerlere gerçek bir er gibi yardım etti.
Wojtek'in askerlik macerası, 1942 yılında İran'da, annesi ölmüş küçük bir yavruyken başladı. Polonyalı askerler tarafından bulunan ayı, kısa sürede birliğin neşe kaynağı oldu. Adını Lehçede "mutlu savaşçı" anlamına gelen Wojtek koydular ve onu biberonla beslediler. Büyüdükçe favori yiyecekleri bal, meyve ve askerlerin paylaştığı bira oldu; hatta askerlerle güreşmek ve sigara içiyormuş gibi yapmak en büyük eğlencesiydi.
Ayının resmi bir asker olmasının nedeni ise tamamen bürokrasiydi. 1944'te birlik, İtalya'daki kritik Monte Cassino Muharebesi'ne katılmak üzere gemiyle sevk edilecekti. Liman kuralları hayvanların gemiye binmesini yasaklayınca, Polonyalılar pratik bir çözüm buldu: Wojtek'e bir kimlik numarası ve er rütbesi vererek onu resmen askeri personel yaptılar.
Wojtek, rütbesinin hakkını cephede verdi. Monte Cassino'nun ağır bombardımanı altında, insan askerler zorlanırken, Wojtek yaklaşık 45 kg ağırlığındaki top mermisi sandıklarını omuzlayıp cephe hattına taşıyarak lojistik desteğe inanılmaz bir katkı sağladı. Bu olağanüstü çabası, sadece işleri kolaylaştırmakla kalmadı, aynı zamanda askerlerin moralini de göklere çıkardı.
Savaş bittiğinde Wojtek, birliğiyle birlikte İskoçya'ya gitti ve nihayetinde Edinburgh Hayvanat Bahçesi'ne yerleşti. Ancak eski silah arkadaşları onu sık sık ziyaret ettiğinde, Lehçe seslenişlerini duyar duymaz onları tanır ve heyecanla ayağa kalkardı.
Wojtek, 1963'te vefat etti. Bugün, askeri birliğin resmi ambleminde top mermisi taşıyan bir ayı figürü yer alıyor ve bu "mutlu savaşçının" hikayesi, insan ve hayvan dostluğunun tarihteki en dokunaklı ve tuhaf örneklerinden biri olarak hatırlanmaya devam ediyor.
Jan Matejko’nun asıl adı “Stańczyk” olan, tam adıyla “Kraliçe Bona’nın sarayındaki baloda, Smolensk’in kaybı karşısında Stańczyk” tablosu, Polonya’nın çöküş dönemini simgeleyen en güçlü eserlerinden biridir; normalde saraylarda eğlenceyi ve kahkahayı temsil eden soytarı Stańczyk’in bile derin bir suskunluk ve hüzünle resmedildiği bu sahne, devletin içten içe yıkılışını ve yaşanan trajedinin ağırlığını anlatır. Matejko, ayrıntılarla ...
Jan Matejko’nun asıl adı “Stańczyk” olan, tam adıyla “Kraliçe Bona’nın sarayındaki baloda, Smolensk’in kaybı karşısında Stańczyk” tablosu, Polonya’nın çöküş dönemini simgeleyen en güçlü eserlerinden biridir; normalde saraylarda eğlenceyi ve kahkahayı temsil eden soytarı Stańczyk’in bile derin bir suskunluk ve hüzünle resmedildiği bu sahne, devletin içten içe yıkılışını ve yaşanan trajedinin ağırlığını anlatır. Matejko, ayrıntılarla dolu tarih resimleriyle bir milletin hafızasını diri tutarken, bu eserle yalnızca Polonya’nın değil, yozlaşma ve çözülme yaşayan her devletin kaderine dair evrensel bir uyarı verir..
Yüksek enflasyonun en büyük illüzyonu şudur: Orta sınıf fakirleştikçe, dışarıdan bakan birine göre hâlâ zenginmiş gibi gözükmeye devam eder. Birikim yaptıkça, hayalindeki eşyaların ve metaların giderek kendinden uzaklaştığını fark eder. Bu yüzden parasını gezmeye, eğlenceye ve kıyafete harcar. Aslında bu bir tür “öğrenilmiş çaresizlik”tir; birikim yapmak, hayallerin ulaşılmaz olduğunu görmekle sonuçlanır ve insanlar kısa vadeli tatminlerle denge ...
Yüksek enflasyonun en büyük illüzyonu şudur: Orta sınıf fakirleştikçe, dışarıdan bakan birine göre hâlâ zenginmiş gibi gözükmeye devam eder. Birikim yaptıkça, hayalindeki eşyaların ve metaların giderek kendinden uzaklaştığını fark eder. Bu yüzden parasını gezmeye, eğlenceye ve kıyafete harcar. Aslında bu bir tür “öğrenilmiş çaresizlik”tir; birikim yapmak, hayallerin ulaşılmaz olduğunu görmekle sonuçlanır ve insanlar kısa vadeli tatminlerle denge kurmaya çalışır. Bu yüzden kafelerde, restoranlarda ya da marketlerde insanlar görürüz; artık ev ve araba almaktan vazgeçmiş, ulaşamayacağına inanmış bir orta sınıf vardır karşımızda.
Eylül ayı geldi mi Anadolu’da kadınların üstüne bir telaş çöküyor, özellikle de annemin. Bu telaş öyle böyle değil; sanki kış ayları değil de kıtlık kapıda, savaş eli kulağında… Oysa şunun şurasında 2-3 ay kış yaşıyoruz, ona da kış denirse tabii. Ama annem, sanki önümüzde en az 6 ay sürecek zorlu bir dağ hayatı varmış gibi salçalar kaynatılıyor, tarhanalar seriliyor, kurutmalıklar ipe diziliyor, turşular kuruluyor. Evde asla bitmeyen hummalı bi...
Eylül ayı geldi mi Anadolu’da kadınların üstüne bir telaş çöküyor, özellikle de annemin. Bu telaş öyle böyle değil; sanki kış ayları değil de kıtlık kapıda, savaş eli kulağında… Oysa şunun şurasında 2-3 ay kış yaşıyoruz, ona da kış denirse tabii. Ama annem, sanki önümüzde en az 6 ay sürecek zorlu bir dağ hayatı varmış gibi salçalar kaynatılıyor, tarhanalar seriliyor, kurutmalıklar ipe diziliyor, turşular kuruluyor. Evde asla bitmeyen hummalı bir koşuşturma… mesele sadece kışa hazırlanmak değil bence annemin elinde hayat boyu alışkanlığa dönüşmüş bir kültür, bir güvenlik duygusu var. Maalesef..
sevgili yazarlar erciyes sözlük şiir yarışması 2025 sonuçlandı.
3. asiyegenç
https://erciyessozluk.com/baslik=hikayede-adsiz?entry=530
2. sabitince
https://erciyessozluk.com/baslik=sen-nasil-dunyasin?entry=572
1. pskdansümeyye
https://erciyessozluk.com/baslik=gelmeyisin-uzerine?entry=663
yarışmanın amacı sadece derece elde etmek değil, sözlük yazarlarını şiir ve edebiyatla daha fazla buluşturmak, kalemlerini özgürce konuşturabilmeleri için bir alan açmaktı.
pek çok şiirin puanı eşit ya da birbirine çok yakındı; bu da yarışmada aslında herkesin çok değerli dizeler sunduğunu gösteriyor.
bundan sonrası için edebiyatı destekleyen farklı etkinlikler ve yarışmaların devam edeceği şimdiden duyurmuş olalım. yani şansı bu sefer yaver gitmeyenler için yeni fırsatlar mutlaka olacak.
şiir yazmaya devam.
Bazı insanlar vardır. öyle bir özgüven değil bu, başka bir şey… hayat boyu kendilerini sorgulamadan, yaptıkları hiçbir şeyin sorumluluğunu almadan yaşarlar.
Kendi duyguları hep en önemli olandır. kendi yorgunlukları, kendi öfkeleri, kendi ihtiyaçları… senin duyguların mı? ya abartılı bulunur ya da manipülasyon sanılır. empati yoksunu olmakla kalmazlar; seni susturmayı da görev edinirler. çünkü eğer sen konuşursan, onlar kendileriyle yüzleşmek zorunda kalacaklar. Ve onlar bunu hiç ama hiç istemez.
İsterler ki onlar yanlış yapsın, sen göz yum. onlar sana ağır laflar etsin, sen alttan al. sen onların hayatındaki her rolü üstlen — arkadaş ol, sırdaş ol, destek ol, tahammül eşiği ol… ol da ol, ol da ol...
Bazı insanlar vardır. öyle bir özgüven değil bu, başka bir şey… hayat boyu kendilerini sorgulamadan, yaptıkları hiçbir şeyin sorumluluğunu almadan yaşarlar.
Kendi duyguları hep en önemli olandır. kendi yorgunlukları, kendi öfkeleri, kendi ihtiyaçları… senin duyguların mı? ya abartılı bulunur ya da manipülasyon sanılır. empati yoksunu olmakla kalmazlar; seni susturmayı da görev edinirler. çünkü eğer sen konuşursan, onlar kendileriyle yüzleşmek zorunda kalacaklar. Ve onlar bunu hiç ama hiç istemez.
İsterler ki onlar yanlış yapsın, sen göz yum. onlar sana ağır laflar etsin, sen alttan al. sen onların hayatındaki her rolü üstlen — arkadaş ol, sırdaş ol, destek ol, tahammül eşiği ol… ol da ol, ol da ol...
biraz geri çekilsen, hemen suçlu sen olursun.
oysa ki sen sadece tükenmişsindir. o kadar çok sustun, o kadar çok sabrettin ki artık içinden gelmiyordur. bu yorgunluk birden olmadı. küçük küçük içini kemiren şeylerin birikmiş hâlidir.
insan, sevdiği için katlanır ama katlanmak, her şeyin normal olduğu anlamına gelmez.
sürekli fedakarlık bekleyemezsiniz.
bazı insanlar değişmeyi değil, çevresini suçlamayı tercih eder. çünkü değişmek emek ister, dürüstlük ister, sorumluluk ister, çaba ister, cesaret ister. onlarda ise bol bol kibir, sıfır farkındalık…
bir noktadan sonra şunu fark edersin:
onların hayatı boyunca değişmeyen tek huyu, herkesin suçlu olup kendilerinin hep haklı oluşudur.
amerika’nın iran’ın stratejik noktalarını bombalamasıyla birlikte dünya, soğuk savaş sonrası en tehlikeli döneme girmiş olabilir. gelen ilk bilgiler, hedef alınan noktaların iran’ın hava savunma sistemleri, radar üsleri ve nükleer altyapısı olduğunu gösteriyor.
olayın hemen ardından iran, çin ve rusya’dan resmi olarak destek talep ettiğini duyurdu. bu gelişmeler, klasik diplomatik restleşmenin ötesine geçmiş gibi duruyor. eğer iran topyekûn bir karşıl�...
amerika’nın iran’ın stratejik noktalarını bombalamasıyla birlikte dünya, soğuk savaş sonrası en tehlikeli döneme girmiş olabilir. gelen ilk bilgiler, hedef alınan noktaların iran’ın hava savunma sistemleri, radar üsleri ve nükleer altyapısı olduğunu gösteriyor.
olayın hemen ardından iran, çin ve rusya’dan resmi olarak destek talep ettiğini duyurdu. bu gelişmeler, klasik diplomatik restleşmenin ötesine geçmiş gibi duruyor. eğer iran topyekûn bir karşılık verirse, sadece ortadoğu değil tüm dünya çok cepheli bir çatışmanın içine sürüklenebilir.
türkiye şuan için tarafsız barışçıl bir konumda gibi görünüyor.
Merhaba sevgili yazarlar, artık görsel de ekleyebiliyoruz. Entry yazarken sağ alttaki + butonunu patileyerek istediğin resmi yükleyebilirsin. İster sokaktaki en sevdiğin simitçi, ister benim bu harika pozum olsun… Özgürsün.
Gönül kuşum yâre doğru
Uçar sevdam sevdam diye.
Zehir olsa aşk şarabın
SEVDAM
Gönül kuşum yâre doğru
Uçar sevdam sevdam diye.
Zehir olsa aşk şarabın
İçer, sevdam sevdam diye.
Maşuk her dem yapar nazı.
Kış eder baharı yazı.
Dinmez yüreğinde sızı.
Sızlar, sevdam sevdam diye.
Gelir diye gözler yolu.
Yari anar her dem dili.
Bağrındaki aşkın gülü.
Açar, sevdam sevdam diye.
Gönlü kırık kalbinde har.
Hiç bir umut vermez ki yâr.
Vuslat için diyar diyar.
Gezer, sevdam sevdam diye.
İkrar vermez yâr çağrına.
Kem sözü gider ağrına.
Aşkını gömüp bağrına.
İnler, sevdam sevdam diye.
Bir kez görse, yâr yüzünü.
Bal sayar, zehir sözünü.
Bunca derdi ve hüzünü.
Çeker, sevdam sevdam diye.
Aşk yakınca gönülleri.
Aşar sahrayı çölleri.
Yârin başına gülleri.
Saçar, sevdam sevdam diye.
İstemez sarayı köşkü.
Arzular yâr ile meşki.
Şu dünyada yalnız aşkı.
Seçer, sevdam sevdam diye.
Duysun diye yâr sesini.
Yazar aşkın güftesini.
Özcan yapar bestesini,
Çalar, sevdam sevdam diye.
Özcan Kartal Ankara
Seni düşünmek ki dondurucu bir soğuk
Seni sevmek ki yakıcı bir ateş
Sonra kuşlar ötüyor içimde seni sevince
Kuşlar ötüyor içimde
Kulak versen duyabilirsin
Seni düşünmek ki dondurucu bir soğuk
Seni sevmek ki yakıcı bir ateş
Sonra kuşlar ötüyor içimde seni sevince
Kuşlar ötüyor içimde
Kulak versen duyabilirsin
Hasret ki öyle uzak bir mesafe
Korkuyorum ölene kadar yürüsem de varamayacağım diye
Sen ki mazide resmettiğim bir hayal
Sen ki müstakbele nakşettiğim bir gaye
Ya seninle ömür tüketeceğim
Ya hayat dolu yeni çocuklar doğuracağım aşkla ve heyecanla
Sonra yeni şiirler yazacağım
Ama her şiirimin derinlerinde bir yerde sen olacaksın
Her betimleyeceğim hayalde gizli kahraman sen
Hem sen nerede olsan kalbim orada çarpacak
Baktığın yerlere dikeceğim çiçeklerimi
Ve böylece bitecek bu şarkı
Daima kulağımda çınlayarak
Daima kulağımda çınlayan bu şarkıyı bak bana ve dinle
Kuşlar ötüyor içimde
Kuşların öttüğünü içimde dön bana ve dinle
Benim iklimimden gelecek mevsimlerin en güzeli sana
Sana dualar edeceğim sonra
Duy beni ve dinle
Ve böylece bitireceğim
Bitti demiştim bitmemişti
Bitmedi diyeceğim ki bitsin
Bir bitiş ki ne başlangıçlara gebe
Bir bitiş ki ne sancılı
BİLMEDEN OLDU
Sonrasını hiç düşünmedim.
Bir kaç güzel kelime,
Belki tatlı bir gülüş,
Birkaç gül kokulu şiir.
BİLMEDEN OLDU
Sonrasını hiç düşünmedim.
Bir kaç güzel kelime,
Belki tatlı bir gülüş,
Birkaç gül kokulu şiir.
İşte hepsi bu.
Sonrasını hiç düşünmedim.
Aslında niyetim de yoktu
Böyle sevda kelebeği olmaya.
Bilmiyordum da zaten uçmayı.
Aklıma hiç gelmedi,
Bilmeden oldu...
Sonrasını hiç düşünmedim.
Kapıldım o güzel sözlere,
Belki yalan vaatlere
En olmaz hayallere,
"Olmaz"demiştim önce.
"Olur" dedi bence.
"Yanarım"dedim
"Yan" dedi.
"Yüreğim dayanmaz" dedim
'Bana dayan" dedi
Yüreğimi bıraktım yüreğine,
Bilmeden oldu...
Sonrasını hiç düşünmedim.
Mengene kuruldu,
Cam kırıkları battı yüreğime.
Yandım sensiz günlerime.
Seninle yaşamak güzeldi de,
Sensiz günler hiç aklıma gelmedi.
Bilmeden oldu...
Ayaklarım yok oldu,
Kanat çıkarmıştı yüreğim.
Yürümeyi unuttum,
Sevdana düştüğümden beri.
Kanatlarım kırılır ,düşerim diye,
Hiç aklıma gelmedi,
Bilmeden oldu...
Gökyüzü bile yakın geldi,
Sana uçtuğumdan beri.
Ufuk çizgisini elimle çiziyordum sanki,
Sana koştuğumdan beri.
Yıldızları avucumda ,kayarken
Dileklerim yüreğimden çıkarken,
Gece bitmez oldu.
Şmdii güneş doğmaz ,ay çıkmaz oldu.
Seninleymiş aydınlık günler,
Bu karanlık hiç aklıma gelmedi,
Bilmeden oldu...
Bilmeden oldu bu sevda.
Olmam ,yanmam derken,
Sen bana öyle güzel bakarken,
En büyük ateşin içine düştüm de
Kaçmak hiç aklıma gelmedi,
Bilmeden oldu.
Bilmeden oldu.
ölüm kavramını insan zihninin en sembolik yüzleşmelerinden biriyle buluşturan ikonik bir tema. bu temanın en çarpıcı örneği ise ingmar bergman’ın 1957 tarihli det sjunde inseglet yani yedinci mühür filminde karşımıza çıkar.
filmde, haçlı seferlerinden yorgun ve inançsız bir şekilde dönen bir şövalye olan antonious block, veba salgınının kasıp kavurduğu isveç kıyılarına adım atar. orada karşısına çıkan siyah cüppeli ölüm figürüne meydan okuyarak onunla bir satranç oyunu başlatır. bu oyunun sonucu şövalyenin kaderini belirleyecektir. bu anlatı, ölüm karşısındaki insan direncini, anlam arayışını ve kaçınılmaz sona karşı verilen son entelektüel mücadeleyi simgeler.
bergman bu sahneyi yaratırken yalnızca dramatik bir anlatım kurmamış, aynı zamanda görsel olarak da unutulmaz bir imge oluşturmuştur. yönetmenin bu ikonik sahne için ilham aldığı eser ise albertus pictor adlı ortaçağ isveçli bir ressama ait bir kilise duvar çizimidir. tablonun adı: “death playing chess” (ölüm satranç oynuyor). bu fresk, 15. yüzyılda täby kilisesi’nin duvarına işlenmiş olup ölümle karşı karşıya gelen bir adamı, satranç tahtası başında resmeder.
ölüm kavramını insan zihninin en sembolik yüzleşmelerinden biriyle buluşturan ikonik bir tema. bu temanın en çarpıcı örneği ise ingmar bergman’ın 1957 tarihli det sjunde inseglet yani yedinci mühür filminde karşımıza çıkar.
filmde, haçlı seferlerinden yorgun ve inançsız bir şekilde dönen bir şövalye olan antonious block, veba salgınının kasıp kavurduğu isveç kıyılarına adım atar. orada karşısına çıkan siyah cüppeli ölüm figürüne meydan okuyarak onunla bir satranç oyunu başlatır. bu oyunun sonucu şövalyenin kaderini belirleyecektir. bu anlatı, ölüm karşısındaki insan direncini, anlam arayışını ve kaçınılmaz sona karşı verilen son entelektüel mücadeleyi simgeler.
bergman bu sahneyi yaratırken yalnızca dramatik bir anlatım kurmamış, aynı zamanda görsel olarak da unutulmaz bir imge oluşturmuştur. yönetmenin bu ikonik sahne için ilham aldığı eser ise albertus pictor adlı ortaçağ isveçli bir ressama ait bir kilise duvar çizimidir. tablonun adı: “death playing chess” (ölüm satranç oynuyor). bu fresk, 15. yüzyılda täby kilisesi’nin duvarına işlenmiş olup ölümle karşı karşıya gelen bir adamı, satranç tahtası başında resmeder.
bergman, çocukken bu resmi sık sık gördüğünü ve zihninde iz bıraktığını dile getirir. zamanla bu görüntü, onun sanatsal düşünce dünyasında “ölümle hesaplaşma” metaforuna dönüşmüştür.
günümüzde bu sahne sadece sinema tarihine değil, ölüm ve sanat ilişkisine dair tüm disiplinlere yayılan güçlü bir sembol halini almıştır. ölümle satranç oynamak artık sadece bir film sahnesi değil; varoluşsal sorgulamaların, insan bilincinin trajikomik iradesinin bir temsili olarak kabul görmektedir.
Tiran, antik Yunanca kökenli bir kelime olup, zorba yönetici anlamına gelir.
Halkın iradesini hiçe sayarak baskıyla yöneten hükümdar ya da liderler için kullanılır. Modern anlamda diktatörle eşdeğer olabilir.
google’ın veo 3 isimli video yapay zekasını tanıtmasından sonra sosyal medya, özellikle instagram keşfet bölümü, yapay zeka ile hazırlanmış içeriklerle dolup taştı. başlangıçta etkileyici ve çığır açıcı gibi görünse de, zamanla bu alanın da diğer trendlerde olduğu gibi bir doygunluk noktasına ulaşacağı aşikâr.
şu anda keşfette karşıma sürekli yapay zeka röportajları, deepfake sunucular, promptlarla üretilmiş sahte röportajlar çıkıyor. bazıları gerçekten iyi, bazıları ise sadece “çıkmış olmak için çıkmış” içerikler. bu noktada içerik kalitesi, izleyiciyle kurulan bağ ve yaratıcılık belirleyici olacak. kalitesiz işler tıpkı geçmiş dönemlerdeki “herkesin podcast yaptığı dönem” gibi bir süre sonra elenecek.
benim şu an vongo isminde takip ettiğim bir yapay zeka maymun influencer var, evet, yanlış duymadınız: bir maymun. ama içerikleri o kadar düzenli, akış o kadar sağlam ki, gerçekten keyif alıyorum. bu, aslında yeni dönemin bir ön izlemesi gibi. eskiden komedyen, müzisyen ya da fotoğrafçı takip ederdik; artık belki de yapay zekaların yönettiği dijital karakterler takip edilecek.
google’ın veo 3 isimli video yapay zekasını tanıtmasından sonra sosyal medya, özellikle instagram keşfet bölümü, yapay zeka ile hazırlanmış içeriklerle dolup taştı. başlangıçta etkileyici ve çığır açıcı gibi görünse de, zamanla bu alanın da diğer trendlerde olduğu gibi bir doygunluk noktasına ulaşacağı aşikâr.
şu anda keşfette karşıma sürekli yapay zeka röportajları, deepfake sunucular, promptlarla üretilmiş sahte röportajlar çıkıyor. bazıları gerçekten iyi, bazıları ise sadece “çıkmış olmak için çıkmış” içerikler. bu noktada içerik kalitesi, izleyiciyle kurulan bağ ve yaratıcılık belirleyici olacak. kalitesiz işler tıpkı geçmiş dönemlerdeki “herkesin podcast yaptığı dönem” gibi bir süre sonra elenecek.
benim şu an vongo isminde takip ettiğim bir yapay zeka maymun influencer var, evet, yanlış duymadınız: bir maymun. ama içerikleri o kadar düzenli, akış o kadar sağlam ki, gerçekten keyif alıyorum. bu, aslında yeni dönemin bir ön izlemesi gibi. eskiden komedyen, müzisyen ya da fotoğrafçı takip ederdik; artık belki de yapay zekaların yönettiği dijital karakterler takip edilecek.
önümüzdeki dönemde “hangi yapay zeka influencer’ı takip ediyorsun?” gibi sorular gündelik sohbetin bir parçası olacak gibi duruyor. belki de “insan içerik üreticiler” sadece niş bir kitleye hitap edecek. zaman gösterecek ama artık yapay zekaların influencer olduğu bir döneme resmen adım attık.
sıkça miyavlamalar aradında duydum ki: “heh, bu da ekşi’ye benziyo, boşver.”
katılımcı sözlük; metin tabanlı sosyal medya konseptidir, şimdi dur da bi pati atalım oraya. tek sözlük ekşi değil, olmadı da hiçbir zaman. evet türkiye için öncüydü tabi ancak daha sonra gelen sözlükleri listeleyelim
uludağ sözlük var mesela, benim de tüylerim rahat ederdi orada.
sıkça miyavlamalar aradında duydum ki: “heh, bu da ekşi’ye benziyo, boşver.”
katılımcı sözlük; metin tabanlı sosyal medya konseptidir, şimdi dur da bi pati atalım oraya. tek sözlük ekşi değil, olmadı da hiçbir zaman. evet türkiye için öncüydü tabi ancak daha sonra gelen sözlükleri listeleyelim
uludağ sözlük var mesela, benim de tüylerim rahat ederdi orada.
itü sözlük vardı; daha akademik bir bakış açısı vardı ama kapandı.
inci sözlük? orası komple aykırı tiplerin buluşma noktasıydı, troll kültürüyle bize caps mizahını sağladı.
galatasaray sözlük gibi takım sözlükleri var, her biri kendi tribünü gibi.
bir de kötü sözlük vardı, adı kötü ama ortam fena değildi.
hatta say say bitmez: dertlisözlük, normalsözlük vs… yani bu işin mazisi var.
ama işte ben diyorum ki: erciyes sözlük başka bir şey deniyor.
• ister güncel bir konu yaz, ister gece 3’te içinden gelen bir şiiri patlat. ister edebiyat yap, ister siyaset dök.
• önemli olan: saygı var. huzur var. saç tüy dökme yok. (en azından bende yok.)
bak, bazen yepyeni bi kutu çıkar, içinde rahat yatacağın minder almışlardır. ama sen kutuda yatmayı tercih edersin bazen çünkü senin daha rahat ettiğin yer daha özgür hissettiğin yer o kutudur.
işte erciyes sözlük de öyle. alıştığın değil belki, ama “iyi ki gelmişim” diyeceğin bir yer olabilir.
bir göz at derim. en fazla beğenmezsin, pati atar çıkarsın. ama belki de yıllardır aradığın o kafayı bulursun.
Henüz takip ettiğiniz başlık bulunmuyor.
Başlıkları takip etmek için başlık sayfasındaki takip butonunu kullanabilirsiniz.